08 Mayıs 2017
Bakırküre, "Seçme Özgürlüğü ve Aidiyet"i anlattı.
Günümüzde son derece artan rekabet ortamı ve dolayısıyla iş dünyasının her alanında olması gereken verimlilik şartı, şirketleri AİDİYET kavramı üzerine çalışmaya ve bunun önemini anlamaya doğru ister istemez yönlendiriyor. Aidiyet kavramı üzerine kurucumuz Gürhan Bakırküre, 8 Mayıs'ta İTÜ Mimarlık Fakültesi'nde SEÇME ÖZGÜRLÜĞÜ VE AİDİYET konusunu anlattı. Doç. Dr. İpek Akpınar moderatörlüğünde gerçekleşen söyleşide katılımcılarla birlikte kentsel ölçekte ve ofis felsefesi içerisinde "aidiyet"in yerini tartıştık.
Konu ile ilgili konuşma metnine aşağıdan ulaşabilirsiniz.
"Aidiyet en basit açıklama ile ilişkinliktir. Bu, vatanınıza, ailenize, herhangi bir kuruma, sahip olduğunuz bir siyasi düşünceye, âşık olduğunuz kişiye duyulan ilişkinlik olabilir. Ancak en başta sorgulanması gereken şey: aidiyet yaratılan bir hissiyat mıdır yoksa bir ihtiyaç mıdır?
En temelde baktığımızda, ait olma duygusu, milyonlarca yıl diğer canlılarla ortak yaşam alanını paylaşan insanın türünü devam ettirebilmesi için gerekli bir duygudur ve bu dünyaya gözümüzü açtığımız ilk andan beri bizimle birlikte gelişip ilerler.
Önce doğduğumuz aileye ait hissederiz kendimizi daha sonra içinde bulunduğumuz topluma, vatana. Bunu yapmak için de oldukça insani sebeplerimiz bulunur: fiziksel ihtiyaçlar, korunma ihtiyacı, sevme ve sevilme ihtiyacı gibi… Farkındalık olduğu sürece -körü körüne bağlanmanın tehlikesinin bilinci var olduğu sürece- “bir yere, bir gruba ait olma” fikri zararsız ve hatta bireyin psikolojik doyumu için gerekli bir ihtiyaç ve oluşumdur. Bedensel, ruhsal ve sosyal bağlamlardan bakıldığında bir iyilik halidir. Aidiyet ilk insandan beri ortaya çıkış şekline, döneme ve bireye göre değişkenlik gösterse de, bu kavram ilkel insandan günümüze kadar taşınmış mirastır.
Aidiyet duygumuzu tatmin edecek bir ortam yoksa kendimizi özgün hissedeceğimiz herhangi bir yer de yoktur. Bulduğumuz ortam, o ortam içerisinde yer alan mekan algısı insan için çok önemlidir. Çünkü mekan, algılamalar üzerine kuruludur. Bir mekanla ne kadar çok ilişki kurabiliyor, sosyal ve psikolojik olarak mekan bize ne kadar çok çağrışımda bulunabiliyorsa, o mekana dair ‘aidiyetlik’ duygumuz o kadar artar. Içinde bulunduğu ortam, “benim ne işim var burada hissi yaratılmamalı” insanda.
Günümüzde son derece artan rekabet ortamı ve dolayısıyla iş dünyasının her alanında olması gereken verimlilik şartı, şirketleri AİDİYET kavramı üzerine düşünmeye yönlendirmiştir. Şirketlerde verim ve sürekliliğin 'aidiyet' kavramının kazandırılmasıyla sağlanabildiği artık yadsınamaz bir gerçektir.
Yakın zamana kadar pek gündemde olmayan, hatta iş dünyasında pek de var olmayan bu kavramın nasıl bir problem haline geldiğine kısaca da olsa değinmekte fayda var diye düşünüyorum. Aslında Amerikalıların x,y,z olarak tanımladığı, bizim ise kısaca kuşak farklılığı dediğimiz olgu, bu problemi gündeme getirmiştir.
Amerikalıların sınıflandırmasına göre, 1965-1979 yılları arasında doğan nesil X kuşağı, 1980-1999 yılları arasında doğanlar da Y kuşağıdır. 2000 ve sonrası doğanlara da Z kuşağı denmektedir.
Aidiyet problemi Y kuşağının iş dünyasında aktif rol alması ile ortaya çıkmıştır. Geleceğe dönük baktığımızda ise ABD İş Gücü İstatik Kurumu’na göre, 2030 yılında dünyadaki iş gücünün yüzde 75’ini Y kuşağı oluşturacak.
Günümüzde iş dünyasına giren, ve aktif bir rol alan Y kuşağı, diğer kuşaklardan son derece farklı özellik, davranış ve istekler taşıyor; dolayısıyla da bu durum iş yapma biçimlerine ve mekânlarına da yansıyor.
Yapılan araştırmalar (Gensler veya Cisco gibi firmalar), Y kuşağının kendini iyi ve mutlu hissedeceği bir ortamda çalışmasının, çoğu zaman daha yüksek bir maaşın yerini bile tutabileceğini söylüyor. Günümüz mezunlarının %52’si çalışmak istedikleri firmaları belirlerken iyi bir çalışma atmosferini kuvvetli bir marka ismine tercih ediyor.
Y kuşağı, kendisinden önceki X kuşağına göre apolitiktir, bireyseldir, örgütsel bağlılıkları azdır. Onlar mobil iletişim, internet ve sosyal medya kuşağıdır. Egoları yüksek olduğu için bir an evvel başarı isterler, terfi isterler, ödül isterler. Bunlar kısa sürede olmadığı zaman iş değiştirmeye hazırdırlar. Böyle bir kuşağın da işyerine aidiyetini sağlamak, artık geleneksel iş alışkanlıklarının çok ötesine geçmiştir. Araştırma şirketi Firefish’in genç çalışanlar arasında yaptığı bir araştırmasına göre, çalışanların %75’i patronlarından memnun, hatta gururlu olmalarına karşın, %57’si 2 yıl içinde işyeri değiştirmeyi düşünüyor. Çünkü 50’li yıllarda ortaya çıkan ve dünya çapında bir furyaya dönüşen Alman tarzı açık planlı ofis sistemi hâlâ tercih ediliyor olsa da, yeni kuşakla birlikte “iş” kavramına dair bir şeyler değişti. Onlar ofislerinde farklı yaklaşımlar, kendi hitap eden bir çalışma ortamının gerekliliğini arıyor. Izole olabilecekleri, dinlenebilecekleri, bir arada tesadüfi sosyalleşebilecekleri alanlar istiyor. Bu durumda da çalışanların arasındaki ilişkiler de pekişiyor. Onlara istediklerini sunarken aynı zamanda da sosyalleştiriyorsunuz.Çalışanlarda aidiyet duygusunu oluşturmanın en doğru kanallarından biri de çalışanlar arasındaki iletişimi arttırabilmektir. Üst-alt arasındaki ilişkilerin iletişimini sağlayabilmek adına kişilerin birbirleri ile etkileşimini kolay kılabilecek alanların yaratılması bu noktada oldukça önemlidir.
Öte yandan Y kuşağı ofislerini temellendiren en önemli konulardan biri teknoloji. Teknolojinin ilerleyişi, bugün mobiliteyi mümkün kılıyor. “Masaya oturup çalışma”yı yok ederek, herkese istediği yerde çalışma olanağı sağlıyor. Y kuşağının üretici olmak için ihtiyacı olansa tam olarak bu. Onlar seçim özgürlüğü istiyor, böylece yaptıkları işe bağlılıkları artıyor, çalıştıkları firmaya –tıpkı arkadaşlarına ya da ailelerine karşı hissettikleri gibi- sadakat duymaya başlıyorlar ve mutlu oluyorlar.
Bu aynı zamanda verimliliklerini de arttırmaktadır. Bir ofis içinde çeşitli çalışma biçimlerine sahip olma (formal, informal, relax, sosyal, konsantre vs. gibi) imkanını istemektedirler. Gerektiğinde sosyal olarak bir araya gelebilmeli, gerektiğinde konsantre olmak için kendini izole edebilmeli veya dinlenme, eğlence, hatta spor imkanları bulabilmelidir. Hiç şüphesiz günümüz teknolojisi de kablosuz iletişim sistemleri, lap-top'lar vs. ile mobiliteyi imkanlı kılmakta ve bu kavramı desteklemektedir.
Çalışanlar istedikleri zaman istedikleri yerde çalışırsa, daha önce de söylediğimiz gibi, bu beraberinde daha iyi bir iş-hayat dengesi, daha mutlu çalışma hayatı ve hastalıkla kaybedilen daha az zamanı da getirir. Çalışanların işleri için çalışma yeri ve zamanını seçebilmeleri, kendilerine olan güvenlerini besler. Bunun yanı sıra çalışanın kendisine gösterilen güvenden ötürü, iş yerine olan bağlılığı da kuvvetlenir.
Tam burada, yine günümüzde, artık pek çok firmada gündeme gelmeye başlayan ''shared desk'' veya ''hot desk'' gibi adlarla anılan kavramı irdelemekte fayda var. Kısaca bu kavram, ofisteki masa sisteminin belirli bir sahibi olmamasını vurgulamaktadır. Bu tip, kimsenin belli bir yerinin olmadığı ofis çalışma biçimleri aidiyet kavramı ile tamamen çelişmekte midir? Bu kavramı nasıl etkilemektedir? Bu soruyu şöyle cevaplayabilirim:
Geçen Ocak Ayında YEM'deki ofis mekanları ile ilgili bir seminer ve sonrasındaki açık oturumda İtalyan bir meslektaşım bana, 'Hem aidiyet duygusunun öneminden bahsediyorsun, hem de taban tabana zıt bir kavram olan kişisellikten uzak 'shared desk' gibi sistemleri savunuyorsun, kendinle çelişmiyor musun?” diye bir soru yöneltti. Benim cevabım ise: “Bu kavramlara bir de zıt bir yönden bakalım. Siz Y kuşağına bir masa tahsis ettiğinizde, kendisini oraya sıkışmış, bir yerde kısıtlanmış görür. Halbuki tam tersine 'bu ofisteki tüm masalar senin, istediğine otur, rahat ettiğin yerde çalış' dendiğinde, çeşitli mekan ve çalışma biçimi alternatifleri sunulduğunda bu kuşak üzerindeki etkisi bambaşka olacaktır. ‘Bir tek masanın size ait olması veya tüm ofisin size ait olması'’, hangisini tercih ederdiniz?”, oldu.
İnsanların güvenlik, aidiyet, amaç sahibi olma, kendisini değerli hissetme gibi temel ihtiyaçları var ve iyi bir çalışma mekânı tüm bunları karşılayabilmeli. Bir ofis tasarlıyorsanız, topluluk hissi ve aidiyeti ön plana alarak, merkeze insanları koymalısınız. Onlara seçim özgürlüğü tanıyarak çok alternatifli yaratıcılığı tetiklemelisiniz. Bakırküre Mimarlık’ın mottosu da olan 'mutlu ofisler' kavramı buradan geliyor."